Sinema Baştan Yaratılsaydı : HUGO

 
      Geç de olsa izleme fırsatı bulduğum, akademinin bencil jüri üyelerinin elinde harap olmuş bir film Hugo. Yönetmeniyse kime sorsanız ilk beşte söyleyecekleri Martin Scorsese. Açıkcası usta yönetmenlerin 3 Boyutlu çocuk filmleri furyasına dahil olmaları hiç hoşuma gitmiyordu. Martin Scorsese'yi de bu halkanın son ve en kırılgan zinciri olarak görüyordum,bu yüzden de sırf millet üzerinden prim yapıyor diye izlemek istemedim. Çünkü Scorsese benim gözümde hep gizemli filmlerin ardındaki o anlaşılmazlığı bizim iç dünyamıza uyarlayan bir yönetmen,bir sihirbazdı. İlk Taxi Driver ile tanımıştım onu, aslında o filmde beni çeken De Niro'nun Travis Bickle karakterine vermiş olduğu ruhtu. Rolle bir bütün olmuş, en ince ayrıntısına kadar hazırlamıştı belli ki her şeyini. Aslında Taxi Driver yapımı itibariyle sadece yönetmenlik olarak Scorsese'nin. Yani arkasındaki yapımcılar başkaları olduğu için kendini filme yeterince adadığını düşünmüyorum. Ama özellikle açık alan çekimlerini çok iyi ayarlamıştı. Sonrasında Michael Jackson'ın Bad klibinin yönetmenliğini yaptığını öğrendim ve daha da bir kanım kaynadı. Bir süre Martin Scorsese filmleriyle arama kara kediler girse de barışma seremonisini Gangs of Newyork ile yaptım. Basit,karmakarışık ve sıkıcı bir senaryoyu güzel efekt ve muhteşem yönetmenlik deneyimiyle hoş bir hale getirmiş olsa da filmin uykumu getirdiğini söyleyebilirim. Yani Taxi Driver'ın o büyüsünden eser yoktu. Yine de yönetmenlik anlamında bakarsak kendine oldukça fazla şey katmış olduğunu söyleyebilirim. Aslına bakacak olursak bir çok kişi bu konuda katılmaz bana, sevilen bir filmdir Gangs of Newyork ama neye göre kime göre? Ona bakarsanız Twilight'da sevilen bir film... 

     Bir gün DnR'da her zamanki gibi yere oturmuş, önümdeki dvdleri didik didik ediyordum (Evet doğru DnR yetkilileri benden şikayetçi,her gidişimde mutlaka dvdlerimle vakit geçiriyorum. Hangisini alacağıma karar veriyorum falan filan...) . Bir tanesi gözüme takıldı. Oyuncu kadrosu mükemmeldi. Jack Nicholson,Matt Damon, Leonardo DiCaprio (Gangs of Newyork'tan sonra hemen hemen her Martin Scorsese filminde oynadı. Ben sıkıldım onlar sıkılmadı.), Mark Wahlberg vs. Ve yönetmen Martin Scorsese ile ona kazandırdığı ilk ve tek altın heykelcik de cabası. Filmin adını artık hatırlamışsınızdır: The Departed. Ne filmdi öyle değil mi? Hiç bitmeyen gerilim ve psikolojik ögelerin üzerinden yapılan kişi analizleri. Kimin ne olduğunun bilinmezliğinin verdiği merak Martin Scorsese'nin yaratıcılığını daha da alevlendirmiş gibiydi. Oyunculukları gölgeleyen yönetmenlik anlayışı filme 4 tane heykelciği getirmişti. Martin Scorsese'ye hayrandım artık ve Shutter Island vizyona girer girmez izlemeye gittim. Beklentilerim boşa çıkmadı; bu sefer beni bekleyen, inanılmaz bir beyin illüzyonu ile DiCaprio'nun kariyerinin belki de en iyi performanslarından biriydi. Filmde kullanılan renk tonları, karamsar havayı daha da karanlık yapıp olaya mistik bir görüntü katıyordu ve tüm bunların seyirciyi filmin içine alma amacıyla yapıldığı çok belliydi.  Amacına da ulaşmıştı Scorsese. 

     Şuan hala onun izlemem gereken bir sürü filmi var ve çoğu filmi modern klasikler kategorisine girmiş bulunmak da. Mesela Goodfellas,The Aviator,Casino,Cape Fear,Mean Streets... Bu yazımdaysa kızının isteği üzerine yapmış olduğu ve ilk bakışta "çocuk filmi" olarak algılansa da aslında hiç de öyle olmayan, sinemaya karşı, içten olduğu kadar sessizce  yapılmış bir saygı duruşu olan HUGO dan bahsedeceğim. Başlangıçta özet geçmek gerekirse: Hugo babasını kaybetmiş ve içkici amcasıyla 1930'ların Paris'inde işlek bir tren garının saatlerini tamir etmek üzere dört duvar arasında yaşamak zorunda kalan tatlı bir çocuktur. Babasıyla beraber bir şeyleri onarmayı çok severlerdi ve son olarak, buldukları bir otomaton (zamanının robotu) üzerinde çalışmaktalardı. Hugo babasından kalan bu tek şeyi onarmak için gardaki oyuncakçıdan parçalar çalmaya başlar ancak bir gün oyuncakçının sahibi "Georges Baba" tarafından yakalanır. Bu yakalanma küçük çocuğa iyi bir dost kazandıracak ve sinemanın en tozlu kitap aralarında kalmış tarihiyle buluşturacak,onu sihirli bir dünya içindeki gerçekliğin maceralarında koşturacaktı.

    
    Film Brian Selznick'in romanından uyarlama bir senaryoya sahip. İlk 15 dakikası akmasa da sonrasında kendinizi filmin büyüsüne kaptırıyorsunuz. 3 Boyutlu izlemek daha muhteşem olmalı tabi maalesef ben sinemada izleme imkanı bulamadım. Her neyse film başlar başlamaz gözüme takılan şey renk tonları oldu. Scorsese bize alışılmışın dışında bir tek renklilik sunup, çocuğun gözlerinin rengini belli etmeye çalışıyor. Yani çocuğa dikkat çekmek istiyor,çocuk üzerinden filmin yürüyeceğinin bize işaretlerini çakıyor adeta. İkinci dikkatimi çeken şey ise mekan seçimi oldu. Bir tren garı... Bir çok kişiliğin barındığı, kalabalık bir tren garı. Sinema tarihi de bir tren garıyla başlamıyor mu? Lumiere kardeşlerin çekmiş olduğu ilk film sayılan Bir Trenin Gara Gelişi'ne gönderme yapmak istemiş dahi yönetmenimiz burada. Çünkü filmin ilerleyen sahnelerinde anlayacaksınız ki yapmış olduğumuz seyahat sinemanın büyülü tarihine doğru gidiyor. Ayrıca gerçek ile animasyonu ayırt etmekte de oldukça zorlandım ben. Sanki mekanlar animasyon, insanlar gerçek gibiydi ve bu çekim tekniği Spielberg-Jackson ortaklığını da geçiyordu. 3D olacak diye genelde hep karşıdan çekim yapılır. Yani objeler üstümüze üstümüze geliyormuş gibi olur fakat bu kaygıya kapılmamış Scorsese ve en iyisini yapmış. Kameraları her şekilde kullanıp karakterleri ve anlatmak istediklerini en iyi şekilde bize vermiş. Baştan yarattığı erken dönem filmlerse en can alıcı sahnelerdi. Sürekli konuştuk The Artist'i ama Hugo eskitme konusunda bir tık öte de görünüyor ve bence Oscar'ı özellikle en iyi yönetmen dalında sonuna kadar hak ediyordu.

      
     Şimdi...Peki bu film bize ne anlatmak istiyor? Film bize film sektörünün en başlarda içinden geçmiş olduğu zor durumları anlatıyor. Sanki bir daha bu tarz trajedilerin yaşanmaması için yalvarıyor bize. Sinemanın aslında bir sihirbazlık işi olduğunu ve buna emek verenlerin unutulmaması gerektiğini vurguluyor. Yazının başında da dediğim gibi sinemaya yapılan bir saygı duruşu bu film. Yan fikirlerde ise bilindik konular. Azim,sevgi,aşk,vefa gibi konular ele alınmış. Kısacası bir tren garının içine sığdırılan hayatların altından çıkan dünyanın sihridir sinema...
       Son olarak, özellikle sinema ile yakından ilgilenenler için ders niteliğinde bir film olmuş. Yani ben resmen aydınlandım. Sinemanın doğuşunun mucizelerine tanık oldum. 1885-1920 yılları arasında çekilen erken dönem filmlerine aşık oldum Hugo sayesinde. Bir göz atmakta fayda var,emin olun beğeneceksiniz ve sinemanın farklı bir yönüne şahit olacaksınız. Çocuk filmi deyip geçmeyin hepiniz bir aralar çocuktunuz... İYİ SEYİRLER!

                                                         

Yorumlar

  1. Scorsese içinde büyüdüğü mafya ortamını film yapmaktan çıkmasa daha iyi olacak sanırım.
    Bu arada My Voyage to Italy'i izle bence.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar